Bir kişi yoğun bakımda bir süre zaman geçirince çok değişik şeyler oluyor. Orayı çok kalabalık bir oda gibi düşünün. Kapıdan girerken siz de epey bir nüfusla geliyorsunuz, girdiğiniz odada da kat kat fazlası var. Birkaç ay önce bulaşıcı hastalıklar kongresinde bir sunum yapmam istendi. Konum “Yoğun bakımda invaziv fungal enfeksiyonlar”dı. Aynı kongrede bu konuya yıllarını vermiş hocalar sunum yaparken beni bir miktar yabancı olduğum bu alanda konuşacak olmam biraz garipti. Ben de konuyu biraz etimoloji, biraz fizik ile birleştirip ilgi çekici hale getireyim dedim. Bu sunumda konusu geçecek funguslar yani mantarlar genelde 3. basamak dediğimiz üniversite veya eğitim araştırma hastaneleri gibi çok daha komplike merkezlerde, özellikle bağışıklık sistemleri ciddi baskılanmış kanser hastaları gibi toplulukların yoğunlaştıkları yerlerde görülüyor. Benim çalıştığım hastaneler ise hep ikinci basamak oldu. Bu sunumda anlatacağım mantarların çoğuyla hiç tanışmadım. Yoğun kelimesi ingilizcedeki “intensive” kelimesinin birebir çevirisi, kökeni ise “intend” yani “niyet” demekmiş. Bakım ise yine ingilizcedeki “care” kelimesinden alınmış. O da “cearian=endişeli veya istekli olmak, üzülmek, endişe veya ilgi hissetmek” veya “karon=endişeli ol” kelimelerinden geliyor. Yoğun bakım serüveni, Kırım Savaşı sırasında 1852’de Florence Nightingale’in ‘kritik hastaların hepsinin mümkün olduğu kadar aynı koğuşta toplanmaları daha iyi hemşire bakımından yararlanmalarını sağlar’ demesiyle başlamış diyebiliriz. 100 yıl kadar sonra Danimarka’da çocuk felci salgını sırasında yapay solunum uygulamalarının başarılı sonuçları elde ediliyor. Yine 1950li yıllarda Pasteur Enstitüsü ilk reanimasyon servisi örneği ile tarih sahnesine çıkıyor. Avrupa ile eş zamanlı olarak Türkiye’de 1959’da Op. Dr. Ali Rıza Tezel başhekimliğinde Dr. Cemalettin Öner tarafından Haydarpaşa Numune Hastanesi’nde ilk yoğun bakım servisi açılıyor (1). Ve bu şekilde son 70 yıldır hastalar ciddiyetlerine göre diğer hastalardan farklı bakım alacakları bölümlere alınmaya başladılar. Bu odalara girerken en başta da belirttiğim gibi kendi bakteri, virüs, mantar ve parazitleriyle geldiler. Geldikleri yerlerde de büyük bir tek hücreli popülasyonu ile karşılaştılar. Karşılıklı tanışmaların ardından güç savaşları başladı. Bizler dışarıdan müdahale ettikçe minik askerler yeni yeni direnç mekanizmaları geliştirdiler. Şu anda öyle bazı bakteriler var ki onlara karşı kullanabileceğimiz öldürücü gücümüz yok. Acinetobacter baumannii, Klebsiella pneumaniae, Pseudomonas aeroginosa, VRE, MRSA… Bir de uzun süreler sessiz sedasız gezinmiş ama yine direnç kazanmış mantarlar var. Onlara antibiyotik işe yaramaz, antifungal vermelisiniz. Burdan mantar kelimesinin kökenine baktığımızda yunanca “manitari” kelimesinden geldiğini öğreniyoruz. Fungus ve mantar aynı anlamda. Mantarlar genel olarak, organik maddelerin parçalanmasından ve karbon, oksijen, azot ve fosforun toprağa ve atmosfere salınmasından sorumlular. Görevleri topraktaki organik polimerleri ayrıştırmak, geri dönüşüm yapmak diyebiliriz. Son iki milyar yıldır bitki ve hayvansal yapıları çürüttükleri biliniyor. Günümüzde mayalar fırıncılık ve fermentasyon endüstrisinin temeli, alkollü içki onlarsız olmuyor. Peynirler (rokfor, gorgonzola, kamembert gibi) mayalar sayesinde çeşitleniyor. Penisilin gibi birçok antibiyotiğin, diğer birçok vitamin, hormon ve ilaçların üretiminde mantarlar kullanılıyor. Bu kadar içiçe iken yoğun bakımlarda iki tür insanların artık geri dönüşüme gitmesine karar veriyor diyebiliriz. Candida ve Aspergillus. Candida yine etimolojide parlayan beyaz demek, Hipokrat MÖ 400’lerde thrush=pamukçuk diye tanımlamış. Ancak biz Candida albicans’ı ancak 2004 yılında tam olarak tanımlayabildik. Şu anda 9 farklı ölümcül candida türü var (2). En son çıkan Candida auris ilk olarak 2009’da Japonya’da çıkmış ama özellikle Covid salgınında tüm kaynaklar Covid’e kaydırılınca yoğun bakımlarda ölümcül salgınlara neden olmuş durumda. Ciddi bir küresel sağlık tehdidi. Tıpkı Hepatit B gibi, tıpkı HIV gibi ihmal edilen birçok hastalık oldu son 2 yıldır. Bunların etkilerini henüz görmeye başlamadık, yayılım verileri henüz yayınlanmadı. Bir de Aspergilloz var, o da CAPA denilen Covid-19 ilişkili pulmoner aspergilloz klinik tanımıyla yayılım göstermeye başladı. Başka bir blog konusu olsun.
Tüm bunlar bizi döndürüyor dolaştırıyor ENTROPİ kavramına getiriyor. 2017 aralıkta yayınlanan çok güzel bir araştırma var: “Entropy is a Simple Measure of the Antibody Profile and is an Indicator of Health Status: A Proof of Concept“ (3). Kongredeki sunumumu entropi ile bitirdim. Evimizi tamamen düzelttikten kısa süre sonra yeniden dağınık hale geldiğini fark ederiz. Bedenimizi de bıraktığımız anda bakteriler ve mantarlar entropi ile kolkola çalışmaya hazırlar. Oğuz Atay Kafka’yı yorumlarken çok güzel bir cümle kuruyor: ”Aslında K. (romanların kahramanı) olumlu bir tiptir; ümitlidir, savaşır kazanamayacağını bildiği halde. Bu asil bir savaştır, ümitsizliğe karşı savaştır, entropi’ye karşı savaştır…” (4). O zaman savaşa devam…
Kaynaklar:
1-https://cms.galenos.com.tr/Uploads/Article_4168/6-12.pdf, Kutay Akpir, İstanbul Tıp Fakültesi.
4-http://bulentgundogmus.com/iki-kultur-oguz-atay-entropi/